Bilim İçin Bilim, Faydasız İlim ve Üniversitelerin Hali

Bilim İçin Bilim, Faydasız İlim ve Üniversitelerin Hali

Bugün itibari ile ülkemizde 130’u devlet, 76’sı vakıf olmak üzere toplam 206 üniversite bulunmaktadır. Devlet üniversitelerinde 20.000’i aşkın profesör, 20.000’in üzerinde doçent ve yine 20.000’in üzerinde Doktor Öğretim Üyesi (Eski Adıyla Yrd. Doç.) olmak üzere 60.000’i aşkın öğretim üyesi bulunmaktadır. Bunların yanında 35.000’i asistan ve gerisi de okutman ve uzman gibi kadrolarda olmak üzere toplam 130.000 aktif çalışan personel bulunmaktadır.  Sadece 2020 yılında üniversitelerin özel bütçeleri için devletten ayrılan kaynak miktarı 36 milyar TL’dir. Döner Sermayeleri ve Bilimsel Araştırma Projeleri için ayrılan kaynakları da eklediğimizde söz konusu büyüklük yıllık 50 milyar TL’nin üzerine çıkmaktadır. Peki, kendisine bu kadar kaynak ayrılan ve bilime ve ülke kalkınmasına önemli katkılarda bulunması beklenen üniversiteler kendilerinden beklenen verimi gerçekten verebiliyorlar mı?

Devletin bu kadar para harcadığı, bütçe imkânları doğrultusunda mümkün olan en yüksek maaşı verdiği bilim adamlarının bilime ve ülkeye katkısı ne olmuştur? Diğer bir ifade ile öğretim üyeleri kendilerine verilen bunca imkâna rağmen ülke kalkınmasına gerekli katkıyı sağlayabilmiş midir? Üniversiteler gerek kendi içinde gerekse de bilimsel araştırma olarak kendilerinin ve/veya diğer üniversitelerin kuruldukları yere veya ülkemize üniversitelerin katkısını hiç araştırmış mıdır acaba? Diğer bir deyişle devletin kendilerine verdiği ile kendilerinin devlete ve bilime verdiklerini karşılaştırarak performans analizi yapmışlar mıdır acaba?

Açık söyleyeyim ben bu konuda hiçbir kapsamlı araştırma görmedim şuana kadar. Görmediğim gibi bu şekilde bir incelemenin de istenmediğine kendi gözlerimle şahit oldum. Çünkü böyle bir araştırma yapılması durumunda kralın çıplak olduğu, üniversitelerde birçok öğretim görevlisinin bilim üretmedikleri, ne devlete ne de bilime herhangi bir katkılarının olmadığı ortaya çıkacaktır. Milletimizin koskoca profesör diyerek saygı duyduğu insanların birçoğunun aslında kendi alanını dahi doğru dürüst bilmediği, ne bilime ne de ülkeye katkısı olmayan apoletli devlet memuru olduğu görülecektir.

Ülkemizde Bilimsel Araştırma Projelerine (BAP) harcanan paranın miktarını ve bu projelerin çıktılarının ne olduğunu bilen var mıdır? Ya yıllık üretilen patent sayısını bilen var mı? Ya da öğretim üyesi başına düşen patent sayısını? Veya lisanslarmış ve üretime dönüşmüş bir patent sayısını? Üniversite öğretim üyesi başına düşen makale sayısını? Q1 kategorisindeki makale sayısı ile Q3 ve Q4 kategorisindeki makale sayısını? Atanan rektörlerin atama kriterlerinde neden bilimsel bir kriter aranmaz? Veya aranan kriter gerçekten bir kriter mi, bu neden sorgulanmaz? Profesörlük kadrosunu gerçekten objektif verilere göre mi dağıtılmaktadır? Yazılan kitapların özgünlüğü, bilime ve ülke kalkınmasına katkısı bulunmakta mıdır? Bütün bu soruların sorulması ve sonucu ne olursa olsun objektif olarak kamuoyuna açıklanması gerekmektedir.  

Açıkça söylemek gerekirse bugün yükseköğretim kurumlarının hali acınası bir haldedir. Ülkemizde yukarıda verilen yıllık 36 milyar TL’nin dışında yıllık 1 milyar TL Bilimsel Araştırma Projeleri için kaynak ayrılmaktadır. Bu miktar sadece döner sermayeden üniversitelerin BAP projelerine ayrılan kaynak olup, Tübitak ve Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı gibi bilimsel araştırmalara fon ayıran kurumların vermiş oldukları paralar dâhil değildir. Ancak bilimsel araştırma için kullanılması gereken bu fonlar bazı üniversitelerde öğretim üyelerine kitabına uydurularak ek bir maaş unsuru veya dış gezilerinin finansman aracı veya bilimsel araştırma ile alakası olmayan harcamaların ödenmesinde kullanılmaktadır. Bu nedenledir ki üniversitelerin birçoğunda bilimsel araştırma projelerinden beklenen çıktı sağlanamamaktadır. Son 10 yıl içinde üniversitelerin normal bütçesi dışında sadece BAP kaynaklarından bugünün parası ile 10 milyara TL’ye yakın para harcanmasına karşılık 130 üniversiteden çıkan toplam katma değerli kaç tanedir bilen var mıdır? Veya Patent sayısını? Geçtim nitelikli yayın sayısını bilen var mı? BAP’ı geçtim esas görevi bilimsel araştırma yapmak, nitelikli insan gücü yetiştirmek olan üniversitelerin yaptıkları araştırmaların kaç tanesi nitelikli sayılabilecek bir boyuttadır bilen var mı? TÜBİTAK veya TÜBA bu konuda bir veri ortaya koyabiliyor mu?

Açıkça söyleyeyim bugün üniversitelerde yapılan bilimsel yayınların birçoğu Web of Science Index’inde Q4 seviyesindedir ki bunun akademik camiasındaki karşılığı çöp yayındır. Yani ne bilime ne ülkeye katkısı olmayan sadece göz boyamaya matuf faydasız yayınlardır. Bir üniversitede inceleme yapan arkadaşım son 10 yıllık süreçte akademisyen başına düşen yayın sayısının 0,3 olduğunu, öğrencisi olmayan bölüm ve fakültelerin dahi akademik çalışmasının yok denecek kadar az olduğunu, yayınların birçoğunun yayın kalitesinin ölçüldüğü Q değerlerinin içinde bile yer almadığını, Q değerlerin içinde yer alanların ise yaklaşık %30’unun Q4 seviyesinde olduğunu belirtmişti. İndexli olmayan yayınları da eklediğimizde Q4 seviyesindeki yayın sayısının %30’un da üzerinde olduğu net bir şekilde görülmektedir.Söz konusu değerlere esasen kaliteli yayın olmayan, ancak hadi kuruluş veya araştırma aşamasının ilk seviyesinde olduğu için bazı üniversite ve hocalar için kabul edilebilir bulduğumuz Q3 seviyesindeki yayınları da eklediğimizde esasen “bilimsel yayın” diye yapılan yayınların yaklaşık yarısının çöp yayın veya faydasız ilim seviyesindeki yayınlar olduğu görülecektir.

Akademisyenlere normal maaşlarının dışında söz konusu yayınlar için de akademik teşvik ödeneği olarak ekstra ücret ödendiği göz önüne alındığında ödenen akademik teşvik ödeneğinin milyonlarca lirasının esasen çöp yayınlara ödendiği görülecektir. Bu durum buzdağının sadece görünen kısmı olup akademik teşvik ödeneğinin sadece yayınlarla ilgili boşa ödenen paradır. Kendilerinin katıldıkları bir program için verilen ve bilimsel olmayan bir teşekkür belgesini bilimsel ödül gibi gösteren, hatır için birbirlerinin yayınlarında ikinci, üçüncü kişilerin isimlerini yazan, yine hatır için birbirlerinin yayınlarına atıf yapanları da eklediğimizde hem akademik teşvik ödeneğinin amacı dışında kullanıldığını hem de öğretim üyelerinin bazılarını esasen bilim üretmeden “fake” veya “sahte yayınlarla” maaşlarının dışında binlerce TL akademik teşvik ödeneği aldığı ortaya çıkacaktır. Oysaki bilim adamlarının bilim üretmesi için zaten maaş ödenmektedir. Akademik teşvik ödeneği ise sadece bu yayınların sayı ve niteliğini arttırmak için öngörülen bir düzenlemedir. Ancak maalesef bu ödenek bile birçok kişi için hak edilmeden alınmaktadır.

Devlet memurluğundaki zihniyet maalesef üniversitelere de sirayet etmiştir. Devlet memurluğundaki temel anlayış şudur: İnsanların kahir ekseriyeti devlet memuru oluncaya kadar aşındırmadık kapı bırakmazlar, ne iş olursa yaparız derler. Ancak devlet memuru olur olmaz, hele de asıl kadroya atanır atanmaz, artık kadrosunun maaşını hak ettiğini düşünürler. Eğer ki görevlerini yapacaklarsa devletin bunun için ayrıca bir para vermesini isterler. Eğer bu verilmez ise çalışıyormuş gibi yapıp aslında görüntüyü kurtarırlar.

Yıllar önce bir tanıdığım bana şunları söylemişti: “Devlette çalışırsan işin artar, çalışmazsan maaşın artar.” Maalesef bu söylenen söz çok doğru bir sözdür ve genellikle devlette maaşının hakkını vermeye çalışanların işi artar, ancak işini hakkıyla yapmayan ve sağda solda gezen kişilerin ise hem maaşı hem de makamı artar. Çünkü işini yapmayanların en iyi yaptığı şey kendini pazarlamak, olmayan meziyetlerini abartarak anlatmak ve çevre edinmektir. İşini hakkıyla yapan ise işini yapmaktan bunlara fırsat bile bulamaz. Bu durumun istisnaları olsa da genellikle olan şey maalesef budur. Çünkü işini hakkıyla yapmaya çalışan bir makam talebinde bulunmaya hayâ eder. Bekler ki kendisi bu işin erbabı olduğundan görev veya makam kendisine teklif edilsin. Ancak yıllar önce bir Bakanın özel kalem müdürünün dediği gibi kamu da bir yerlere gelmenin %10’u teknik bilgi ve beceri ise % 90’ı maalesef çevre sahibi olmaktır.  Bu nedenledir ki daha öncede belirttiğim gibi; “kamuda çalışırsan işin artar, çalışmazsan makamın ve maaşın artar”. Bu duruma değişik kurumlarda kendim de bizzat şahit oldum. Bu durum maalesef inkâr edemeyeceğiz bir gerçektir.

Söz konusu bu durumu iktidarı eleştirmek için kullanacaklara peşinen söyleyeyim, söz konusu durumun A partisi B partisi gibi bir ayrımı da yoktur. Hangi parti iktidara gelirse gelsin az veya çok olan şey aynen budur. Hatta geçmiş dönemlerde bu öylesine istismar edilmiştir ki cahilliğine rağmen çevresi nedeniyle bir yerlere gelmiş olup da ülkeyi batıran kişiler bu döneme rahmet okutur. Bunu inkâr etmenin, yok liyakate göre yapıyoruz diyerek kendimizi kandırmanın bir âlemi yok. Bu durum tüm partilerde ve şimdiye kadar gelmiş tüm iktidarlarda maalesef üç aşağı beş yukarı böyle olmuştur. Maalesef devletimizdeki temel anlayış budur ve bu anlayış hangi kurum olursa olsun değişmemektedir. Üniversitelerde bu anlayıştan nasibini yeterince almıştır. Hatta öyle ki bilimsel bağımsızlık zırhına sığınılarak başına buyruk, kendi üniversitesinden dahi habersiz bir sürü üniversite bulunmaktadır. Yani bilimsel ve mali bağımsızlık kavramı ile “başına buyruk” kavramları maalesef birbirine karıştırılmıştır. Bazı hocalardaki mantık aynen şudur: biz bilim üretiyoruz, devlet bize para versin ama ne yaptığımıza karışmasın. Bazı üniversitelerde başına buyrukluk öyle bir hal almıştır ki insan bazen bazı öğretim üyeleri ile aynı dünyada yaşadığına bile inanamamaktadır. Bu anlamda bakıldığında üniversitelerdeki durum kamu kurumlarından dahi daha kötüdür.

Üniversite öğretim üyelerinin temel görevi ülkemizin kalkınması için bilim üretmektir. Bunun için özgür ve bilimsel çalışma yapabilecek bir ortamın bilim adamlarına sunulması gerekmektedir. Bilimin üretilmesi ve özgür bir çalışma için gerekli ortamı sağlamak da devletin temel görevidir. Bu anlamda bakıldığında gerek vakıf gerekse de devlet üniversitelerinde bu husus yeterince sağlanmaktadır. Bilimsel çalışma yapmak isteyen bir öğretim görevlisinin mali imkânların bazen yetersiz olması dışında “bilimsel özgürlük ve bağımsızlık” alanlarında herhangi bir sıkıntısı bulunmamaktadır. Bugün hangi bilim adamına sen bu konuyu araştırma denilmiştir ki? Hangi bilim adamına yapmış olduğu bilimsel çalışma dolayısıyla bir ceza verilmiştir? Ben hiç bilmiyorum eğer bilenler varsa bize de söylerse biz de yazılarımızda yer veririz.

Ancak üniversitelerde bu özgürlük o kadar hoyratça kullanılmıştır ki bazı öğretim üyelerinin 6 yıl hiç üniversiteye dahi uğramadan maaş aldığı, akademik titri kendine menfaat devşirmek için kullandığı, asistanlar üzerinden yayın yaparak kendi durumunu kurtardığı bir ortamlar bile oluşmuştur. Bunun yanında özellikle 28 Şubat sürecinde ve daha sonra 28 Şubat’ın etkisinin tam olarak bitmediği 2000’li yılların başında olduğu gibi, cumhuriyet yürüyüşleri yapmak gibi esasen kendi görevi olmayan işlerle de uğraşmak üniversitelerin ve akademisyenlerin bilim üretme gibi asli görevlerini yapmadıklarını göstermektedir.

Eskiden televizyonda bir profesör görsem koskoca profesör der saygı duyar ve sanki profesörlerin herşeyi bilen alanında uzman ve otorite olan kişiler olduğunu düşünürdüm. Daha sonra özellikle bu kadroların nasıl dağıtıldığını öğrendikten ve üniversite yıllarımda “koskoca profesör” dediğimiz insanların bazılarının esasen hiçbir şey bilmediği, 30 yıl önce yazmış olduğu bir metni ezberleyerek anlattığını görünce akademisyenlere olan saygım iyice azaldı. Özellikle üniversite denetiminde bulunan bazı arkadaşlarımın anlattıklarından sonra bu düşüncelerim iyice pekişti. Profesörlük esasen bir akademik unvan olmakla birlikte bu kadronun dağıtımı objektif değildir. Bir şekilde doçentliğini alan bir öğretim görevlisi 5 yıllık bekleme süresi sonunda eğer ki üniversite yönetimi ile arası iyiyse mutlaka profesör olmaktadır. Her ne kadar yayın ve kitap yazmak gibi bazı prosedürler olsa da bunlar bir şekilde özgün olmayan eserlerle aşılmaktadır. Eğer ki böyle olmasaydı bugün itibari ile 20.000’in üzerinde profesör kadrosunda çalışan akademisyenin yazmış olduğu 20.000’in üzerinde özgün yayın olması gerekirdi. Eğer vermiş olduğum rakamın 5’te biri kadar dahi özgün eser ortaya konabilseydi Türkiye’den bir Türkiye daha çıkması gerekirdi. Ama maalesef durum ortada. En basitinden iktisat kitaplarına bakın. Birçoğu batılı yayınların kötü bir çevirisinden öteye gidememektedir. Bunun yanında Müslüman bir ülkede faizin ayet ve hadis ile haram olduğu bilinmesine rağmen birçok öğretim üyesinin bu konuda bırakın alternatif teori ve proje geliştirerek kitap yazmayı, doğru dürüst makele bile yayınlayamadığını görürsünüz. Kısacası biz de birçok akademisyen bilim üretmemekte batıda üretilen bilimi Türkçe’ye tercüme ederek kendi hayatını idame ettirmektedir. Yanlış anlaşılmasın ben tüm akademisyenler bu şekilde demiyorum. Çok kaliteli, alanında uzman, bilime ve ülkeye âşık olup da mesleğini hakkını vererek yapan birçok akademisyen tanıdım. Bazıları var ki alanında ilk defa buluş yaparak üretime dönüştürmeyi başarmıştır. Bazılarının 14 tane patenti bulunmaktadır. Onların cümlesini tenzih ederim. Ancak bu şekilde olan hocalarımızın sayısı maalesef diğerleri ile kıyaslandığında oldukça az.

Üniversitelerde bu sıkıntı daha asistanlık döneminde başlamaktadır. Öğretim üyelerinin birçoğu asistanlarına bilimden daha çok kendi özel işlerini yaptırdıkları gibi, tezlerin özgün ve bilim dünyasına katkı sağlamasından ziyade şekil şartlarını tutturup tutturmadıkları ile ilgilenmektedir. Bunun yanında bizzat şahit olduğum Ankara’da bulunan köklü bir üniversitedeki bir asistan, hocasının kendilerini hizmetçi gibi kullandığını, tatile giderken evlerindeki çiçeklerin sulanmasını dahi talep ettiğini, asistanlık dönemi kadronun verilmediği bir dönem olduğu için mecburen hocalarının her türlü kaprislerini çekmek ve özel işlerini de yapmak zorunda kaldıklarını anlatmıştı. Bu durum üniversitelerdeki sorunlardan sadece küçük biri. Ama maalesef gerçek bir sorun.

Bunların yanında ne hikmettir bilinmez soyadları birbirine en çok benzeyen çalışanlar sıralamasında üniversiteler gerek kamu kurumları genelinde gerekse de özel sektör içinde ilk sırada gelmektedir. Bunda gerek asistan gerekse de diğer personel alımlarında üniversite yönetimlerinin elinde bulunan yetkinin geniş olmasının ve öğretim üyelerinin tanıdıklarını diğer arkadaşlarının yanında asistan veya yardımcı personel olarak işe aldırmasının daha kolay olmasının etkisinin büyüktür. İncelensin dediğim hususun doğru olduğu herkes tarafından görülecektir. Zaten bunun çok kötü bir örneği YÖK’ün zorla görevden almak zorunda kaldığı Pamukkale Üniversitesinde daha geçen aylarda yaşanmıştı. Başka bir kamu kurumunda çalışan eşini gelen tepkilere rağmen mevzuatı da zorlayarak kendi üniversitesine almak nereden bakarsanız bakın en hafif ifade ile etik değildir. Bunu bilim üretmesi gereken bir yere hakkı olmadığı halde alınan akademisyen için düşündüğümüzde Türkiye’de neden bilimsel yayın çıkmadığı daha net anlaşılacaktır.

Aslında burada belirttiğimiz hususlar buzdağının sadece görünen kısmı. Sorunlar o kadar büyük ve derin ki ülke ve dünya olarak zor bir dönemden geçtiğimiz bugünlerde artık sorunları halının altına itmeyi bırakıp üniversitelerdeki yapısal problemlerin çözülmesine odaklanmak zorundayız. 2020 yılında 36 milyar kaynak ayrılan üniversitelerin giderlerinin % 70’i personel gideridir. Bunun da büyük bir kısmını akademisyenlerin maaşları teşkil etmektedir. Bugün bir profesörün maaşı batı da görev yapıyorsa ek ders, döner sermaye ve akademik teşvik hariç 12.000-13.000 TL iken doğuda bu rakam 16.000-17.000 TL’yi bulmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz ve esasen birçoğu çöp ve faydasız olan yayınlar ve ek ders ücretlerini de eklediğimizde bu rakam 20.000 TL’yi bulmaktadır. Hele ki bir de döner sermayeden alınan ücretleri de eklediğimiz de bazı akademisyenlerin eline Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir gelir geçmektedir.

Üstelik akademisyenlerin Prof. kadrosunda bulunanlarının ek göstergesi 6.400 olup bunun devlette karşılığı Genel Müdürlük kadrosudur. Yani bugün devlette idari görevde çalışanlar dışında 20.000’in üzerinde kamuda karşılığı Genel Müdür dengi olan profesör kadrosunda çalışan akademisyenler vardır. Kamuda Genel Müdürlük kadrosunda bulunma süresi aynı iktidar döneminde bile ortalama 2 yıl, profesörlük kadrosunda ise neredeyse 40 yıldır. Eskiden yaklaşık 50’li yaşlarda profesörlük unvanı verilirken günümüzde bu süre 35-36 yaşlara düşmüş bulunmaktadır. Diğer kamu görevlilerinde zorunlu emeklilik yaşı 65 iken öğretim üyelerinde zorunlu emeklilik yaşının 67 olduğu göz önüne alındığında profesörlere devlet 30 yıldan daha fazla genel müdür maaşı vermektedir. Üstelik diğer kamu görevlilerinde maaşın % 60’ından daha fazlası vergiye tabi iken ve 3. aydan itibaren maaşlarında vergi kesintisinden dolayı azalma meydana gelirken üniversite hocalarında bu oran %16 seviyesindedir ve ek ders veya döner gibi maaşı artıracak başka unsurlar eklenmediği sürece neredeyse yılın tamamında maaşlarında herhangi bir eksilme olmamakta veya çok cüzi olmaktadır. Çünkü bugün öğretim üyelerinin vergi matrahı neredeyse asgari ücretlinin maaş matrahına eşittir. Bu çarpık yapı kamu maliyesinin sürdürülebilirliğini tehdit etmekle birlikte insanlardaki adalet duygusunu zedelemesi açısından da çok yanlış bir durumdur. Bu nedenle bu çarpık durumun yapılacak olan bir düzenleme ile ez azından geleceğe dönük de olsa düzeltilmesi gerekmektedir.

Kısacası devlet öğretim elemanlarına vermesi gereken her şeyi imkânları dâhilinde vermesine karşılık maalesef karşılığını tam manası ile aldığını söylemek çok zordur. Herkesin şapkasını önüne alıp bu çarpık durumun düzeltilmesi için çalışması, üniversite öğretim görevlilerinde maaşların aynı unvana aynı maaş olmaktan çıkarılarak performansa dayalı olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Bu performans nitelikli yayın, patent, alanında özgün eser olabileceği gibi ürün bazlı bilimsel katkı da olabilir. Bu kapsamda Akademik Teşvik Ödeneğinin objektif kriter belirlenerek ödenmesi, istismara sebep olan dergi ve yayınevlerinin belirlenerek yasaklanması, TÜBİTAK veya TÜBA bünyesinde objektif verilere tespit edilecek alanında yetkin kişilerden oluşan (buradaki bilim adamları yurt dışında kendini kanıtlamış yabancı kişilerde olabilir) hakem kurumları belirlenerek yerli ve milli yayın alt yapısı oluşturulmalıdır. BAP kaynakları ülkenin öncelikleri doğrultusunda kalkınma hedefleri ile uyumlu projelerde kullanılmalı amacı dışında kullanılması engellenmelidir. Bu durum hem çalışanla çalışmayanı ayırt etmede hem de üniversitelerden beklenen katma değeri sağlamada ülkemize büyük fayda sağlayacaktır.

Saygılarımla…

Emrullah ÜNAL-fikiranalizim@gmail.com

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ